27 Kasım 2010 Cumartesi

Tribünlerin isyan sesi beyazperdede


Almanya’nın  ‘kategori dışı’ futbol takımı St. Pauli’nin aşkın, vefakâr ve bir o kadar da isyankâr taraftarının hikâyesi beyazperdeye aktarıldı. ‘Gegengerade: Niemand siegt am Millerntor’ (Düz Sırt: Millerntor’da kimse kazanmaz) adlı filmin yönetmen koltuğunda daha önce punk hareketiyle ilgili bir film hazırlamışlığı bulunan Alman yönetmen Tarık Ehlail oturuyor. Filmde Magnus, Kowalski, Arne, Dr. Hennings ve Baldu isimli, dünyaları birbirinden çok farklı beş St. Pauli taraftarının hikâyesi üzerinden takım için duyulan ve mantıkla açıklanamayacak tutkunun halleri anlatılıyor. Bazı bölümlerinde binlerce kişilik gerçek taraftar görüntülerinin kullanıldığı filmin oyuncu kadrosunda, Fatih Akın’ın ‘Soul Kitchen’, ‘Temmuzda’, ‘Solino’ gibi filmlerinde de rol almışlığı bulunan, Almanya’nın önde gelen oyuncularından Moritz Bleibtreu ile Mario Adorf, Natalia Avelon, Fabian Busch, Katy Karrenbauer, Wotan Wilke Mohring gibi isimler bulunuyor. Film, gelecek yıl Almanya’da gösterime çıkacak. En büyük dileğimizse St. Pauli taraftarlarının aşklarına yaklaşık bir buçuk saat boyunca saygı duruşunda bulunan filmin Misak-ı Milli sınırları içerisine de uğraması.


St. Pauli: Başka bir semt, bambaşka bir taraftar grubu
St. Pauli’deki keramet nereden geliyor? 1910’da kurulan kulübün sıradışılığının altında Almanya’nın liman kentlerinden Hamburg’daki 30 bin kişilik St. Pauli semtinin kendine özgü yapısı yatıyor. St. Pauli, 17. Yüzyıl’da kurulmasının ardından cüzamlı hastalarla başlayıp zaman içinde toplumun tüm ezilenlerine ve dışlananlarına ev sahipliği yapan bir mahal oldu. Denizcilerin uğrak yeri olması nedeniyle genelev kültürü zaman içinde oturdu. Semt bugün de Amstardam’daki Red Light’ı andıran ve hayat kadınlarıyla dolu, bol sex shop’lu geniş bir caddeye sahip durumda. Almanya’daki punk hareketinin zamanında güçlü olduğu, her daim muhalif bir damara sahip olan semtte bugün yaşayanların dörtte biri göçmen kökenli. Sokakları genelevlerle, barlarla, grafitili, isyankâr sloganlı duvarlarla, kırık bira şişeleriyle dolu bu semtin kulübü de haliyle farklı oluyor. 



“Faşistleri s..tir edin Türkler’le kardeşiz”
Taraftarlar her maçta ellerinde Marx ve Che posterleri, kara-kızıl flamaları, sembolleri kuru kafalı bayrakları (Kurukafa Hamburg’da zamanında zenginleri soyup malları fakirlere dağıtan korsan Störtebeker efsanesini temsil ediyor), biraları, anti-faşist sloganları ve şarkılarıyla Millerntor Stadı’nı doldurup yenilseler bile bir şenlik havası estiriyor. Taraftarların duyarlı olduğu konular saymakla bitmez. 1993’te Solingen kentinde Neo-Naziler’in ev yakıp beş Türkiyeli’yi katletmeleri sonrası Türkçe açtıkları ‘Faşistleri s..tir edin, biz hepimiz kardeşiz!’ pankartı sadece bir örnek (Kadrosunda daha önce de Türkiye kökenli futbolcuların bulunduğu takımda bu sezonda da kolunda Dersim 63 dövmesi bulunan Türkiye kökenli futbolcu Deniz Naki oynuyor). Kulüp aynı zamanda uluslararası alanda da sol açıktan top koşturuyor. Takımın FİFA üyesi olmayan ülkelerin takımlarına 2006 FIFI Dünya Kupası’nda ev sahipliği yapması bunun güzide örneklerinden. Her ülkenin kendi adıyla katıldığı ve KKTC’nin şampiyon olduğu kupaya St. Pauli’nin kendi adıyla katılması da cabası. 



St. Pauli bugünlerde tarihinin en iyi dönemlerinden birini yaşıyor. Yıllar boyunca birçok kez Almanlar’ın birinci ligi Bundesliga’ya çıkıp geri düşen takım 2004’te üçüncü lige kadar düştü, büyük bir mali krize girdi ve amatör kümeye düşmenin eşiğinden döndü. Ama yardıma St. Pauli ruhu yetişti! Kulübün o dönemdeki eğlence merkezi işletmecisi eşcinsel başkanı Corny Littmann’ın liderliğinde tişört satışından özel maçlara mali gelir getiren kampanyalar düzenlendi ve bu arada takım da kendini toparlamaya başladı. Ve St. Pauli bu sezon yeniden Bundesliga’ya yükseldi. Ama has St. Pauli taraftarı için değişen bir şey yok. Hatta onlar endüstriyelleşmeden ve moda olduğu için tribünlerine doluşan cüzdanı kalın gençlerden de rahatsızlar. Amatör lige de düşse, yenilse de yense has taraftarı hep onunla…

26 Kasım 2010 Cuma

19 Aralık'ın yargısız infazcısı gazeteciler


ORAL ÇALIŞLAR

26/11/2010
O dönemde gazeteler, TV'ler ölüm orucu yapan (ve daha sonra yakılan, hedef gösterilen) insanların aleyhine akılalmaz yayınlar yaptı.

19 Aralık 2000 tarihinde geceyarısı 20 cezaevine birden operasyon yapıldı. Cezaevlerini yakıp yıkan bu vahşi operasyonda 30 tutuklu ve mahkum, 2 de asker yaşamını yitirdi. Yüzlerce mahkum ağır yaralar aldı. Bu insanlıkdışı saldırının ardından tutuklu ve mahkumlar F Tipi cezaevlerine sürüklenerek yerleştirildiler. 
Operasyon iki aydır ölüm orucu yapanları hedef almıştı. Tutuklu ve mahkumlar hücre tipi cezaevlerine karşı çıkıyorlar ve daha insani bir cezaevi düzeni talep ediyorlardı. 
Ölüm oruçlarını sonlandırmak ve ölüm oruççuların da taleplerinin makul düzeyde kabul görebileceği bir çözüme yardımcı olmak amacıyla tutuklu ve mahkumların ve dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün talebiyle Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Can Dündar ve ben Bayrampaşa cezaevine gitmiştik. Orada aramıza Meclis İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Mehmet Bekaroğlu da katılmıştı. 

‘İçerideki arkadaş’ sözünden kışkırtma 
“İçeri”deki bir görüşmeden çıktıktan sonra tutukluların taleplerini gazetecilere aktarırken “içerideki arkadaşlar” dememden yola çıkarak, bugün çok gündemde olan bir yazar beni bizzat hedef alan ağır bir yazı yazmıştı. Konu bununla sınırlı kalmamış, onun yönettiği gazete dahil birçok yerde yapılan bir dizi haber ve o gazeteci başta olmak üzere çeşitli isimlerce yapılan yorumlar vahşi müdahalenin kışkırtılmasında etkili olmuştu. (Operasyondan sonra da gazetenin manşetini şöyleydi: “Devlet girdi.” Bu iki sözcüğün arkasındaki derin anlamı değerlendirmeyi size bırakıyorum.) 
O günlerde bu tür yazılar yazan ve “hedef gösteren” yazar ve gazetecilere gereken cevabı verip, eleştirilerimi açıktan ifade ettiğim için bugün onların adını anmaya gerek duymuyorum. 
10 yıl sonra aynı gazeteler ve gazetecilerin, “Hacer Arıkan’ı kim yaktı” diye manşetler atıyor olmaları sevindirici. Bu olayın hesabının geç de olsa sorulmasına destek vermeleri olumlu. Ama “büyük resim”e bakarak şunu sorgulamayı sürdürmek gerekiyor: Gazetecilerin sorumluluğu ne olacak? 

‘Az bile’ diyenler 
Gene o dönemde cezaevlerine yapılan saldırıyı “az bile yaptınız” diyerek destekleyen bir başka gazete yöneticisinin bugün “Kim bunun sorumlusu?” diyerek haklı bir soru sormuş olmasını dikkat çekici buluyorum. Sıradan askerlerden önce 19 Aralık operasyonunun baş sorumlularının hesap vermesi gerektiğine dikkat çeken bu gazeteci, dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan ve dönemin Jandarma Komutanı Aytaç Yalman’ın bu işteki sorumluluğuna vurgu yapıyor. Kendisinin söylediklerine gerçekten katılıyorum.
Ama bu kendisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Kendisi 19 Aralık 2000 operasyonun ardından şunları yazmıştı: “Devlet belki de yıllar önce yapması gerekeni yaptı. Cezaevlerine girdi. Halk devletin yaptığı bir işi ilk kez bu kadar benimsiyor. Sıradan vatandaş F tipine de, cezaevine yapılan operasyona da destek veriyor. Hatta devleti yeterince sert olmamakla suçluyor.” 
O dönemde gazeteler, gazeteciler, TV ekranları ölüm orucu yapan (ve daha sonra yakılan, hedef gösterilen) insanların aleyhine akılalmaz yayınlar yaptılar. Medya vahşi operasyoncuların borazanı haline geldi. (Bu yayınları yapanların arasında inanmakta zorlanacağınız isimlerin de yer aldığını belirteyim. Merak edenler, Aralık 2000 tarihli gazeteleri şöyle bir tararlarsa “manzara”yı görebilirler.) 
Sorunu yalnızca bu gazetecilerin sırtına yıkıp kurtulamayız. Temeldeki sorun, hala devam eden ve birçok konunun medyada ve kamuoyunda ele alınma biçimine yansıyan derin ve köklü bir anlayış sorunu. Bir gazetecilik kültürü ve felsefesi sorunu...

Demokrasi aşıklarının katliam şakşakçılığı

“Hayata Dönüş” adı verilen katliamdan bahsederken bugün demokrasi masalları anlatanlar o günlerde operasyonu meşrulaştırmak için ellerinden geleni yapmışlardı. 
Hayata Dönüş Operasyonu'na ilişkin 27 sanığın yargılandığı davanın başlamasının ardından medyada da demokrasi masalları anlatılmaya başlandı. Operasyonun düzenlendiği dönemde öldürülen devrimcileri suçlayan, operasyonu haklı bulan, hatta alkış tutan gazeteler şimdi tavır değiştirdi. Bugün demokrasi masalları anlatan, Ergenekon’u suçlayan, hümanistmiş gibi görünmeye çalışan gazete ve gazetecilerin o dönemde yazdıkları, onların asıl kimliğini gözler önüne seriyor.
“Sahte Oruç, Kanlı İftar”
19-22 Aralık 2000 tarihleri arasında 20 cezaevine eşzamanlı olarak düzenlenen ve onlarca insanın ölümü ile sonuçlanan operasyon, burjuva medyanın neredeyse tamamında övgü dolu sözlerle karşıladı. Bu konuda en çirkin manşetlerden birisi Milliyet gazetesi tarafından atıldı. Milliyet'in Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz "Sahte oruç, kanlı iftar" başlığını atmayı uygun bulmuştu. Milliyet’in bu tavrı sadece imzasız haberlerde değil köşe yazılarında da kendisini gösteriyordu.

Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu, bu manşetin atıldığı günkü yazısında, “müdahalenin insani ölçütler dikkate alınarak gerçekleştiğini” savunuyordu. Güneri Civaoğlu "Zorunluydu" başlıklı yazısında Bülent Ecevit'i övüp, dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'dan alıntıyla "hapishanelerde derebeylik görüntüsünün sona erdirilmesi için hazırlıklar" yapıldığını iddia ediyordu.
Yine aynı dönemde dikkat çeken bir başka yazar da bugün Zaman’da yazan Şahin Alpay’dı. Yaşananları, “kollektivist / toptancı ideolojilerin insanlara ve onların ‘hak ve özgürlüklerine’ en küçük bir değer vermeyişinin; bütün başarı umutlarını şiddeti, cepheleşmeyi ve kavgayı yaygınlaştırmaya bağlamalarının yeni örnekleri” olarak yorumlayan Alpay, devletin, hapishanenin neden denetlenemez hale geldiği üzerine düşünmesini önererek, yetkilileri temize çıkarıyordu.
“Devlet girdi”
Hürriyet, operasyonu "Devlet Girdi" manşetiyle vermişti. Yine yetkilileri en ufak töhmet altında bırakmaktan kaçınan Hürriyet, suçluları da "Telefonla Yak Emri/ Lider Talimatı: Bir Arkadaş Kendini Yaksın" haberleriyle ilan etmişti. O dönemde çok kullanılan bu ses kaydının inandırıcılığı tartışma konusuyken, gerçek olduğu da geride kalan zamanda kanıtlanamadı. Hürriyet gazetesi 21 Aralık 2000 tarihli “Ümraniye Cezaevi” başlıklı haberinde “Ümraniye Cezaevi’nden dışarı yollanan ve güvenlik güçlerinin eline geçen bazı fotoğraflar, koğuşlardaki militanların kanlı eyleme uzun süredir hazırlandıklarını ortaya koydu. Ölüm orucunu durdurarak hayatlarını kurtarmaya çalışan jandarmaya silahla karşılık veren militanlar, saldırıya temsili kalaşnikoflarla tiyatro sahnesinde hazırlandı” ifadelerini kullanıp, tarafını göstermişti.

Dönemin Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "Hükümetin bu operasyona verdiği, 'Hayata Dönüş' adı dün gerçek anlamını buldu" diye yazmıştı. Cüneyt Ülsever "Cezaevi Operasyonlarında Hükümeti Destekliyorum" başlıklı yazısında operasyonda gösterilen “fedakarlık, sevk ve idare becerisi, dirayet” gibi sebeplerle İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nı kutlamış, devletin varlığını hatırlattıkları için teşekkür etmişti.
Emin Çölaşan, tutuklu ve hükümlülerin hayatını kurtarmak için çırpınan aydınları ‘insan hakları soytarıları’ ilan etmiş, onları vatan millet düşmanları ilan ederek hedef göstermişti.
“Sahur Operasyonu”
Zaman gazetesi, operasyonu ölüm oruçlarıyla dalga geçer bir şekilde “Sahur Operasyonu” başlığıyla sundu. Mahkumların kendisini yaktığını, operasyonda bir sorun olmadığını savunan Zaman gazetesinin yazarlarından Tamer Korkmaz ve İlnur Çevik, operasyonu açıktan desteklemiş ve geciktiğini savumuştu. Tamer Korkmaz’ın bu çirkin yazısına dün soL’da yer vermiştik. Yine Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan ise öldürenleri hiç suçlamadan öldürülenler üzerine bir analiz yapıp Marksist eylem literatüründe ölümü yüceltmekten bahseden birkaç yazı yazmıştı.

Habertürk çok mu temiz?
Operasyondan yıllar sonra kurulmasının verdiği rahatlık ile o dönemde yetkilileri aklayanları bugün eleştirmek “cesareti” gösteren Habertürk de o kadar masum değil. Zira Habertürk’ün bir numaralı ismi olan Fatih Altaylı da o dönemde yazdığı yazılar ile ne kadar demokrat olduğunu göstermişti.

O dönemde Hürriyet’te yazan Altaylı 20 Aralık’taki yazısında “Cezaevlerine yönelik operasyon sonrasında ülkeyi bunalıma sürükleyen sorunlardan biri ortadan kalkmış olacak” demiş, “devlet cezaevi terörünün üzerine kararlılıkla gitti” ifadeleri ile bu operasyona alkış tutmuştu. Altaylı, ertesi günkü yazısında "bizdeki komünistlerin halen Stalin posterleri astığını", “O yüzden de sağcısı, solcusu halkın cezaevlerine yönelik operasyonu alkış”ladığını iddia etmekten utanmamıştı. Altaylı devam eden günlerde yazdığı yazılarında da aynı tavrı sürdürmüştü.
Başka kimler neler dedi?
Sabah’tan Güngör Mengi operasyonu “Hayat kurtarma operasyonu” olarak adlandırmakta beis görmemiş hatta devleti gecikmeden sorumlu tutmuştu.

Diyanet İşleri Başkanı Nuri Yılmaz sorumluları aklamak için “Dini açıdan müdahale edilmesi lazım. Çünkü insan hayatı dinde çok kutsaldır... İnsan hayatı kendine ait değildir, aynı zamanda topluma aittir” dedi.
“Ümraniye’den bir askeri birliği donatacak kadar silah çıktı.” (Kanal 7, 24 Aralık ana haber bülteni) “Kendini yakan bir mahkûmun güvenlik görevlilerine saldırması üzerine, mahkum öldürüldü.” (Kanal 7 Muhabiri Ümraniye Cezaevi önünden bildiriyor) “Operasyon büyük başarıyla tamamlandı.” (Bir başka Kanal 7 muhabiri Bayrampaşa Hapishanesi’nin önünden bildiriyor)
“Ümraniye’de direniş süsü verildi. 400 mahkumu 40-45 kişilik grup rehin aldı ve direnme süsü verdi.” (Türkiye Gazetesi, 23 Aralık)
(soL - Haber Merkezi)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Bayrampaşa katliamında gerçeğe dönüş!

ZEYNEP KURAY/BİRGÜN

19 Aralık 2000’de ‘Hayata dönüş’ operasyonu adı altında Bayrampaşa cezaevinde yapılan katliamla ilgili mağdurların açtığı davanın ilk duruşması Bakırköy 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Bu davaya sahip çıkılması, katliamla ilgili gerçeklerin ve gizlenen sorumluların ortaya çıkarılması için bir fırsat olabilir.

19 Aralık 2000... Saat sabahın 05.00... İstanbul Bayrampaşa cezaevinde siyasi tutukluların bulunduğu C bloğu ardı arkası kesilmeyen kurşun sesleriyle uyandı.Daha önce hiç denenmemiş kimyasal silahların ve bombaların hukuken canları devlet güvence altında olan tutuklular üzerinde kullanıldığı ve 6'sı kadın 12 tutuklunun ölümü, onlarcasının yaralanmasına ve 55'inin sakat kalmasıyla sonuçlanan 'Hayata Dönüş' katliamı böyle başladı. Tam 14 saat süren bu operasyon ayrıca üç içinde Türkiye'nin 20 ayrı cezaevinde gerçekleştirilecek diğer saldırıların habercisiydi. İnsanlıkla alay eder gibi ‘Hayata Dönüş’ adı verilen operasyonlarda 28 kişi hayatını kaybetti, 600'den fazlası sakat kaldı. Avukatların tam 10 yıldır süren uğraşlarının ardından Bayrampaşa katliamı hakkında açılması kabul edilen davanın bugün yapılacak ilk duruşması öncesinde, 14 saat süren vahşeti an be an yaşayıp, yoldaşları kucağında ölen DHKP-C davasından 12 yıl hapis yatmış Süleyman Acar’la katliamı ve direnişi konuştuk.

‘GELİYORUM’ DİYEN OPERASYON
F tipi cezaevlerinin açılmasının gündeme geldiği dönemde Bayrampaşa cezaevinde diğer siyasi tutuklularla beraber hazırlanan bu tecrit politikasına karşı neler yapılabileceğini aylarca tartıştıklarını belirten 50 yaşındaki Süleyman Acar, ''Tartışmaların odağında direnip direnmemek vardı. Elbette ki biz tercihimizi direnmekten yana yaptık çünkü, burada esas amaçlanan halkın tüm kesimlerine, muhalif güçlere, devrimcilere yönelik bir yok etme saldırısıydı'' dedi. 20 Ekim tarihinden itibaren, F tipi uygulamalarının önünü kesmek için bedenlerin açlığa yatırıldığını ve sonra direnişin ölüm orucuyla devam ettiğini anlatan Acar, ''Gerek dışarıdaki gelişmeler gerekse 1996 ölüm orucunda püskürtülen hücre saldırısı, devletin yeni bir saldırı hazırlıkları içinde olduklarını görmemiz için yeterliydi. Fakat dönemin iktidarı yaptığı açıklamalarda kamuoyunu yanıltıcı demagojik sözlerle oyalamaktaydı. Medya ise her katliam öncesi olduğu gibi, tüm gücüyle destek verdi'' diye konuştu.

 'BİZ UYARDIK AYDINLAR İNANMADI!'
O dönemde Adalet Bakanlığı ve tutsakların temsilcileri arasında 'Uzlaşma' sağlamak üzere birçok aydın ve milletvekillin girişimlerde bulunduğunu hatırlatan Acar, ''Hükümet yetkilileri F tipi cezaevlerinin hazır olmadığını, uzlaşma yollarının bulunduğu açıklayan demeçler veriyordu. Aydınlar da buna inanmış görünüyorlardı. Oysa tutsak temsilcileri, her görüşmede bu demeçlerin devletin bir oyalama taktiği olduğunu, hücre ve tecrit hapishanelerin yapılıp bittiğini aydınlara anlatıyorlardı ama aydınlar bize inanmadı'' diye konuştu.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in ABD'ye gitmeden önce, ''IMF politikalarını hayata geçirmek için, önce hapishaneleri denetim altına almamız gerek' dediğini vurgulayan Acar, “Aslında yaklaşan katliamın tüm ipuçları ortadaydı. Ama kimse bunun farkında değildi. Oysa operasyondan bir gün önce, 18 Aralık'ta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, ‘Yarın başka bir gün olacak' demişti”diye anlatı.

'YARIN' GERÇEKTEN BAŞKA BİR GÜN OLDU!

Her ihtimale karşı ölüm oruççularını korumak üzere koğuşlarda nöbet tutuklarını ve 19 Aralık günü kendisinin de nöbetçiler arasında olduğunu anlatan Acar,''Saat 05.00 sıralarında malta denilen siyasi koğuşların açıldığı koridorun ziyaretçi ve avukat görüşleri yapılan bölümünden hiç bir uyarı yapılmadan aniden ateş açıldı. Yoğun yaylım ateş sonucunda Malta'da dolaşan 3-4 arkadaşımız çeşitli yerlerinden yaralandı. Biz de bu silah seslerini duyar duymaz, uykuda olan arkadaşlarımızı kaldırdık. Zaten aynı anda çatı mazgallarından da kar maskeli özel timlerin koğuşların içini taramaya başladılar. Herkes üzerini giyinerek yemekhanenin bulunduğu alt katta indi’’ dedi.

 Saldırının esas olarak DHKP-C’li kadın tutukluların kaldığı C1 ve erkek tutukluların kaldığı 13-14-15-16’inci koğuşları hedef aldığına dikkat çeken Acar olayların devamını şöyle anlattı, ’’Malta’ya adlı tutukluların bulunduğu bölümden kimyasal gaz bombalar atılmaya başladı. Devletin iddiaların aksine, bizde ne cephane, ne silah, ne de bomba vardı. Sadece yemek yediğimiz masalarla barikat kurarak ve gazların etkisini azaltmak için, yüzümüze ıslak havlu sararak kendimizi korumaya çalıştık. O anda devletin sözde hayatını kurtarmaya geldiği ölüm orucu direnişçilerini kurşunlardan ve bombalardan korumak için 14’üncü koğuşun merdiven altına taşıdık. Bu arada bazı arkadaşlarımızın beslediği güvercinlerin de  kafeslerini açıp serbest bıraktık.’’

KATLİAMI DURDURMAK İÇİN ATEŞE VERİLEN BEDENLER

Basına ve kamuoyuna önceden “Saldırı olursa kendimizi yakarız’’ açıklamasını yapan Fırat Tavuk’un 14’üncü koğuştan çıkarak kadınların bulunduğu yöne yürümeye başladığını anlatan Acar, “Fırat 5’inci koğuşun barikatının önünde durdu ve bedenini ateşe vererek operasyonun durdurulmasını istedi. Ateşler içindeyken bir eliyle zafer işareti yapıyor, diğer bir yandan ‘Kahramanlar ölmez,halk yenilmez’ diye slogan atıyordu. Özel timlerin açtığı ateş sonucu bedeni cansız yere düşünceye kadar ağzından bir ah bile çıkmadı. Artık Malta dumanlar, kurşunlardan ve tazyikli sudan geçilmez haldeydi. O yüzden, 15 ve 16’ıncı koğuşların merdiven altına çekildik. En az 100 kişiydik; hepimiz merdiven altına sığmadığımız için, kapı mazgallarından sürekli açılan ateş sonucu açıkta kalan bir çok arkadaşımız yaralandı. Fırat’tan sonra, 14’üncü koğuştaki ölüm orucu direnişçisi Aşur Korkmaz arkadaşımız bedenini tutuşturarak, ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’ diye bağırarak havalandırmaya çıktı ve o da kurşunlara hedef olarak öldü’’ dedi.

ÖLÜME İNAT HALAY

Direnişi daha da büyütmek için, yaralılarla birlikte topluca havalandırmaya çıktıklarını anlatan Acar, sözlerini şöyle sürdürdü, “Mitralyöz marşını söyleyerek halay çekmeye başladık. Çatılarda ateş eden özel timler, bir an durdular. Yaralı arkadaşlarımız halayın tam ortasındaydı, ölüm orucundaki iki arkadaşımız ise, ortada zeybek oynuyordu. Özel timler şaşkına dönmüştü. Bir süre sonra, üzerinde ‘Canlı bulunan yerde kullanılmaz’ yazan kusturucu ve göz yaşartıcı bombaları fırlattılar. Tekrar 15 ve 16’ıncı koğuşların merdiven altına geri döndük. Bu esnada, arkadaşımız Murat Ördekçi katledildi, birçok arkadaşımız da kurşunlarla yaralandı. Merdiven altında çekildiğimizde, ateş devam ediyordu. Ayağından yaralı olan 1996 ölüm orucu direnişçisi Mustafa Yılmaz bedenini merdiven altındaki ölüm oruççularına siper ederek onları korumaya çalışıyordu. Aldığı kurşun yaralarından o da cansız yere düşerken, ölüm orucu direnişçisi Ali Ateş de orada katledildi.’’

BİR CEHENNEMDEN DİĞERİNE
Ölülerini ve yaralılarını alarak 15 ve 16’ıncı koğuşun havalandırmasına çıktıklarını belirten Acar, “Özel timler bize ‘teslim olun’ diye bağırıyordu, biz kabul etmedik, ölülerimizi ve yaralılarımızı almalarını söyledik. Havalandırmada kepçeyle açılan delikten ölülerimizi ve yaralılarımızı çıkarttıktan sonra biz de çıktık. Timlerin oluşturduğu koridordan geçerken, coplarla, tekmelerle, yumruklarla üzerimize saldırdılar. Yere yatırıp elbiselerimizi yırtarak ellerimizi arkadan kelepçelediler. Kelepçeleri öyle sıkmışlardı ki, birkaç metre ötedeki ring araçlarına gidene kadar ellerimize kan oturmuştu. Kadın yoldaşlarımızı bir an gördüm. Yanık yaraları içindeydiler, üzerleri sırılsıklamdı. Ring arabasına bizi darp ederek üst üste istiflediler. Saatlerce bu şekilde yol aldık. Sonradan Edirne F tipi olduğunu öğrendiğimiz cezaevine geldik. Burada girişte zorla üzerimizi soyarak saçlarımızı kestiler ve art arda hakaretler savurarak darp ettiler” diye anlattı.

SÖZDE OLMAYAN F TİPLERİNE MERHABA

Edirne F tipi cezaevinde 1 ve 3 kişilik hücreler bulunduğunu aktaran Acar F tiplerindeki koşulları şöyle anlattı: "Ben 3 kişilik hücreye atıldım. Yerdeki kum ve çimento izlerinden iddiaların aksine devletin F tipi cezaevlerini yeni tamamlamış olduğunu anladım. Hükümetin 5 yıldızlı otel diye nitelendirdiği yerlerde zulmün ve ezanın her türlüsünü daha ilk günden başladı. Hepimiz ölüm orucuna başladık. Sabahlara kadar tuvalet sifonlarını çekerek, kapıların mazgallarını vurarak sürekli bizi taciz ediyorlardı. Ölüm orucunda olduğumuzu bilmelerine rağmen, yemekleri getirip mazgalların içersinden atıyorlardı. 12 Eylül dönemi hapishanelerine rahmet okutan işkencelere maruz kaldık. Hücreler soğuk olması yanı sıra aylarca sıcak su vermediler. Musluklardan çamurlu su akıyordu bizde bu suyu içmek zorunda kalıyorduk. Revire çıkmak istediğimizde reddediliyor, revire çıkan arkadaşlarımız saldırıya uğruyordu. Sabah akşam sayımlarında hücreye başta müdür olmak üzere, 15-20 gardiyan giriyor 3 kişilik hizaya sokmaya çalışıyorlardı. Hizaya girmeyince dayak atıyorlardı. Diğer hücrelerde bu yüzden kafaları duvarlara vurulan çok arkadaşımız olmuştu. Asker ve gardiyanlar aramaları bahane ederek sürekli saldırıyorlardı. Havalandırma kapılarını açmıyorlardı. Aile ve avukatlarımızla görüşmemizi engelleniyor, mektup, gazete, televizyon gibi iletişim hakkımız verilmiyordu.”

İDDİANAMEDEKİ YALANLAR

Mağdur olmalarına rağmen, katliamı yapanların değil kendileri hakkında dava açıldığını hatırlatan Acar, bu davanın 2008’de zaman aşımına uğradığını belirtti. Haklarında hazırlanan iddianamenin tamamının yalan olduğunu vurgulayan Acar, mahkeme süreci hakkında şunları söyledi: “Devletin ölüm orucundakileri kurtarmak için operasyonu gerçekleştirdiği tamamen yalandır. Gerçek şu ki 19 Aralık’ta operasyon için geldiklerinde hapishanelerde henüz ölen bir ölüm oruççusu yoktu. Sayım vermediğimiz ve arama yapılamadığı sözleri yalandır. Çünkü 12 Aralık’ta arama yapıldığı dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici bizzat imzalamıştı. İçerde kalaşnikof ve silah olduğunu iddia eden dönemin Adalet Bakanı Sami Türk’tü. Oysa sonradan hapishanede yapılan adlı tıp incelemelerinde içerden dışarıya değil, dışarıdan içeriye ateş açıldığı ve delilerin karartıldığı adlı tıp raporlarında ortaya çıktı. Operasyonlarda kullanılan silahların ve bombaların ilk kez kullanıldığını ve uranyum içermesi ve canlıların olduğu yerde kullanılamayacağına adlı tıp raporlarıyla açıklanmıştır. Operasyon sırasında Bayrampaşa cezaevinden sorumlu Yüzbaşı Zeki Bingöl’ün yazdığı ‘Bayrampaşa gerçeği’ adlı kitapta operasyon için bir yıldır hazırlık yapıldığı söylenmektedir. Aynı kitapta Adalet Bakanının, ‘Zayiat beklediğimden az oldu. Yüzün üzerinde bekliyorduk’ demiş ve benzer sözleri Sadettin Tantan da söylemiştir.’’

ÖZEL TİMLER ELAZIĞ’DAN GETİRİLDİ

Katliamda kontrgerilla hukukunun işlediğini belirten Acar, “39 ere dava açıldı ancak, gerçek sorumlular iddia makamı tarafından gizlenmektedir. Oysa gizli saklı bir şey yoktur çokça söylendiği gibi, operasyon AB Kopenhag kriterlerine değil, Ankara’nın kontrgerilla kriterlerine uymaktadır” dedi. Bu operasyon için, Ankara’dan özel bir birlik hazırlandığını, Elazığ ve bölgedeki çeşitli illerden getirilen özel timlerin katıldığına dikkat çeken Acar, bu operasyonun Kıbrıs harekatından sonra en kapsamlı askeri kuvvetlerin bu operasyon için seferber edildiğini belirti.

BU DAVAYA SAHİP ÇIKMAK İNSANLIK GÖREVİDİR
19 Aralık’ın F tipi hapishanelerde devam ettiğini vurgulayan Acar, AKP iktidarı döneminde hapishanelerde 1.650 kişinin öldüğünü, sadece 2010 yılının ilk 8 ayında ölü sayısının 306’yı bulduğuna dikkat çekti. Bu davaya sahip çıkmanın hapishanelerdeki ölümlere dur demek olduğunu hatırlatan Acar, ’’Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede, adaletin sadece sözde kalacağını, her şeyin göstermek olduğunu biliyoruz. Ancak 10 yıl sonra açılabilen bu davaya sahip çıkılması 19 Aralık 2000 tarihinde katledilenlerin unutulmaması olduğu kadar, evlatları yanarak ölmüş annelerin adalet talebinin gündeme taşınmasını da sağlayacaktır’’ diye konuştu.

‘O medya’ hayata dönemedi…



“Hayata Dönüş Operasyonu”nun 10. yılında yalanın ve manipülasyonun hikâyesi…



Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in ağzından çıkan ve dönemin medyasının da tepe tepe kullandığı isim bile irkilticiydi: Hayata Dönüş Operasyonu.
F Tipi cezaevlerini protesto için başlatılan ölüm oruçlarına son vermek için Aralık 2000’de 20 ayrı cezaevinde eşzamanlı düzenlenen ve üç gün süren operasyonda 30 tutuklu ve hükümlü hayata gözlerini yumdu.
O cezaevlerinden biri olan Bayrampaşa’da 12 tutuklu ve hükümlünün ölümüyle ilgili davanın ilk duruşması bugün yapılıyor.
Ama o günlere dönüp bakıldığında, ‘yargılanması gereken’ başka bir kurum unutuluyor: Medya.
YALAN VE MANİPÜLASYON
“Hayata Dönüş”e uzanan süreçte medyanın rolü, aslında operasyonun yapıldığı 19-22 Aralık 2000 tarihinin çok öncesine uzanıyor.

O günleri çok iyi bilen vicdan sahibi gazetecilerin de söylediği gibi kamuoyunu bu operasyona hazırlamak, operasyonun ‘ne kadar elzem’ olduğunu zihinlere kazımak için medya yoğun çaba harcadı.
Ve bu çabayı harcarken de yalana, spekülasyona, manipülasyona başvurmaktan kaçınmadı.
“TEMSİLİ DİRENİŞ!”
Örnek mi?

Tarih 21 Aralık 2000. 20 cezaevinde sürdürülen operasyondan 18’inde operasyonlar sona erdirilmiş, ikisinde ise sürüyor: Ümraniye ve Çanakkale…
Hürriyet gazetesinde üç fotoğraflı bir “Ümraniye Cezaevi” haberi: “Ümraniye Cezaevi’nden dışarı yollanan ve güvenlik güçlerinin eline geçen bazı fotoğraflar, koğuşlardaki militanların kanlı eyleme uzun süredir hazırlandıklarını ortaya koydu. Ölüm orucunu durdurarak hayatlarını kurtarmaya çalışan jandarmaya silahla karşılık veren militanlar, saldırıya temsili kalaşnikoflarla tiyatro sahnesinde hazırlandı.”
Bir çatışmaya temsili kalaşnikoflarla tiyatro sahnesinde nasıl hazırlanılırsa?
Aynı Hürriyet, Eylül 1999’da gerçekleştirilen, 10 mahkûmun ölümüyle sonuçlanan Ulucanlar Cezaevi operasyonundan bir gün sonra manşetten bir haber vermiş; elleri sopalı çok sayıda mahkûmun göründüğü ve birinci sayfadan verilen büyük fotoğrafın “militanların jandarmayla çatışmaya girmesinden beş dakika önce çekildiği”ni iddia etmiş, ancak daha sonra fotoğrafın beş yıl önce, başka bir cezaevinde çekildiği ortaya çıkmış ve gazete de “hata”sını kabul etmişti.
“ORUÇLU DEĞİL, TURP GİBİ”
O günlerde Milliyet de aynı telden çalıyor, ramazanda olduğumuzu hatırlatarak “Sahte oruç / kanlı iftar” gibi tamamen spekülatif bir başlık atıyordu.

Milliyet, ölüm orucunun sahte olduğunu sadece bir fotoğraf altıyla açıklıyordu: “Ölüm orucu tuttuğu sanılan birçok mahkûmun, turp gibi olduğu görüldü.”
Aynı gazetelerde “hazırlık” aslında operasyondan günlerce önce başlamıştı. Mahkumların koğuşları ‘ele geçirdiği,’ kendi isteklerine göre duvarlar ördükleri, lüks bir hayat sürdükleri yolundaki haberler aslında operasyona dayanak teşkil etmek için oluşturulmuş “masabaşı” haberlerdi.
DEVLET GİRDİ
Ve bu gazeteler, operasyonun başladığı gün “DEVLET GİRDİ” başlığını atarak kendi ‘operasyonlarına’ noktayı koymuş oldu.

Zaten daha sonraki günlerde, belki bir vicdan azabından, belki de ‘olayda kendi sorumluluğumuzu unuttururuz’ hevesiyle operasyonla ilgili açılan davaların haberlerine de hemen hiç yer vermediler…
Bakalım o günlerin canlı tanığı gazeteciler neler söylüyor…

UMUR TALU (Gazete Habertürk yazarı)

“Medya zaten kullanılmaya teşneydi…”

O dönem medya üzerinde bu tür haberler yapılsın diye özel bir hükümet baskısı olduğunu düşünmüyorum. Medya zaten o dönemde hükümetle alışveriş içindeydi. 28 Şubat’la birlikte oluşan medya - iktidar ilişkisi sonucunda medya zaten devletin her yaptığını onaylıyordu. Tabii bu olayda katmerlisi oldu bunun. Hem devletin hem de hükümetin yaptığını onayladı medya. O cezaevlerinde ölen insanların önemli bir kısmı mahkum bile değildi, hükümlüydü. Medya hepsini terörist gibi sundu. Hoş, mahkum olsalar ne fark eder…
O dönemde en korkunç örnekler Hürriyet ve Milliyet’in başlıklarıydı. O dönem ben de Milliyet’teydim ve utandığım manşetlerin altında yazı yazıyordum. Tamam, hükümet, devlet ve jandarma manipüle ediyordu belki ama bu manipülasyona alet olmaya da teşneydi medya. Yazarlarından, bugünün eski genel yayın yönetmenlerine kadar adeta medya tamamen gönüllüydü bu konuda kullanılmaya. O insanların öldürülmesinin, F Tipi’nin tartışılmasının hiçbir önemi yoktu onlar için. İnsanların o tartışmadan ötürü katledilmesinde hiçbir beis görmediler. Çok kötü yazılar yazıldı günlerde. Üstelik, birbirlerini iktidar yalakalığıyla suçlayanların hepsi aynı şeyi yaptı. Daha kötüsünü söyleyeyim; bugün liberal demokrat veya cumhuriyetçi dediğimiz insanların ciddi bir kısmı ortak tavır aldı o insanların katledilmesi konusunda, bunu onayladılar. Herkes geçmişinde yanlış yapabilir ve manipülasyonlara kapılabilir; ama bu konuda özür de dilemediler. Sonuçta 10 yıl sonra 39 erin yargılandığı bir davaya dönüştü bu olay…

ALPER GÖRMÜŞ (Taraf gazetesi yazarı)

“Bu olay basınımızın en günahkâr sayfalarındandır”

Türkiye’de basın olmadan yapılamayacak operasyonlar vardır. Darbeler gibi mesela, daha çok basınla birlikte yapılan postmodern darbelerden bahsediyorum. İşte Hayata Dönüş operasyonu da o fasıldan bir operasyondu. Mesela 28 Şubat öncesinde Türkiye biraz normalleşmeye başladığında destek gerekiyordu. Akim kalmış darbelerin hepsinde medya desteği vardır. O hikaye de bütünüyle medyanın dolduruşu ve desteğiyle yapıldı. Çok önceden başlıyor zaten. Devletin oraya giremediği türünden kışkırtıcı yayınlar başlıyor. O sırada orada içerdeki yöneticilerin, cezaevinde tutuklu, hükümlü kalanları yöneten insanların sorumluluğu bahsini açmıyoruz. Ama o bahis de var. Bunu da vicdanen söylemek lâzım. Onun dışında aylar önce başlayan bir kışkırtma ve tabii ki bu operasyonu yapmak isteyenler de böyle bir şey talep etmiştir basından uygun mekanizmalar kullanarak. Kamuoyu desteği almadan yapılabilecek bir şey değildi çünkü bu. İlk günden itibaren bir dezenformasyon fırtınası halinde geçti her şey. O dönem medyakronikte gün gün izlemiştik bu meseleyi, inanılmaz kör gözüm parmağına dezenformasyon yapılmıştı. Hatırlıyorum, yüzü gözü yanmış bir tutuklu kız vardı, adı Birsen’di, televizyondan canlı izlemiştim ve “bizi içeri atılan bombalar yaktı” diyordu, yani doğrudan güvenlik güçlerini suçluyordu. Ama ertesi gün iki gazetede “bizi arkadaşlarımız yaktı” diye verdiler onun sözlerini. Operasyondan önceki kışkırtma bölümünde ise o cezaevlerinde koğuşların yapısının tamamen değiştirildiği, mahkumlar tarafından yeni duvarlar yapıldığı söyleniyordu. Bu o kadar komik ki bunun olması için içeri tonlarca kum ve çimento girmesi gerekiyor. İşte bu kadar ağır bir dezenformasyon günleriydi. Üstelik bunun üzerine bir de operasyon kastedilerek ‘Devlet Girdi’ manşeti attılar. Bence bizim basının en günahkâr sayfalarından biridir bu.
Yargı ve dava safhasında da böyle bir süreç yaşandı. Biliyorsunuz, bir dava var ve sonuçlandı. O süreci de izlemediler tabii. Gerek olayların yaşandığı günlerde gerek sonrasında gazetecilik denen şey neyse hiçbir şekilde işlemedi, uzak durdular. Belki de gerçekten utanmış olabilirler. Çünkü o günlerde yapılan şey inanılmazdı. Kalem ardına kadar açılmıştı ve her türlüm dezenformasyonu buyur ettiler.

ERTUĞRUL MAVİOĞLU (Radikal gazetesi yazarı)

“Haberler devletin emriyle yapıldı”

Medya o günlerde devlet ne diyorsa onu söyledi. Katliamın yanında durdu. Operasyondan önce de operasyona hazırladı kamuoyunu. Operasyondan günlerce önce F Tipi cezaevlerini olumlayan, bunların otel gibi çok lüks olduğunu söyleyen büyük fotoğraflı manşetler atıldı. F Tipi cezaevleri henüz boşken buralara basın gezisi bile düzenlendi. Diğer taraftan, cezaevlerinin artık terör kamplarına dönüştüğü, buralarda militan yetiştirildiği söylenerek operasyona hazırlık yapıldı. Bütün bu haberlerin Adalet Baklanlığı’nın, devletin emri ve isteğiyle yapıldığını herkes biliyor.
19 Aralık 2000’e geldiğimizde ise içerden gelen, devletin resmi ağızlarının verdiği bilgiler sanki tek gerçekmiş gibi gösterildi, doğruluğu hiçbir zaman sorgulanmadı. İnsanlar yakıldı, sanki kendi kendilerini yakmışlar gibi sunuldu. İğrenç bir vahşet vardı o günlerde ve her zaman olduğu gibi medya devletçi yaklaşımıyla buna alet oldu.

23 Kasım 2010 Salı

KDHC: Biz Güney Kore’ye karşılık verdik

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC), bugün Güney Kore’yle yaşanan çatışma için “Güney Kore’nin top atışlarına karşılık verdik” dedi.
Salı günü sabah saatlerinde Kore’de çıkan çatışmayla ilgili bir açıklama yapan Kore Halk Ordusu Yüksek Komutanlığı, kendilerinin Güney Kore’nin top atışına “kararlı askeri önlemlerle” karşılık verdiklerini açıkladı.
KDHC’nin resmi haber ajansı KCNA’nın verdiği haberde KDHC’nin Güney Kore’yi defalarca Pazartesi günü iki ülkenin sınırında başlayan tatbikata karşı uyardığı belirtildi. Haberde, Güney Kore’nin yerel saatle öğleden sonra 13:00 sularında KDHC’ye Yonphyong adası yakınlarından onlarca top atışı yaptığı kaydedildi.
Bu saldırının ardından iki taraf birbirine bir süre top atışı yapmış, ancak çatışma büyümeden sona ermişti.
Kore Halk Ordusu, Güney Kore’ye karşılık olarak alacağı “kararlı askeri önlemler”in içeriğine dair bir açıklama yapmadı.
Güney Kore’nin askeri tatbikatının 22-30 Kasım arasında yapılacağı duyurulmuştu.

19 Aralık Katliamı (Hayata Dönüş Operasyonu) Keşke Olmasaydı -II-

Bayrampaşa Davası 10 Yıl Sonra Nihayet Başlıyor

"Hayata Dönüş" adıyla 2000'de toplam 20 cezaevine yönelik eşzamanlı operasyonlardan birinin adresi de Bayrampaşa Cezaeviydi... F tipi hapishanelere karşı ölüm orucundaki 12 tutuklunun öldürüldüğü Bayrampaşa Cezaevi Davasının görülmesi için yargı ise tam on yıl bekledi.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
22 Kasım 2010, Pazartesi
Üzerinden 10 yıl geçen "Hayata Dönüş" katliamının Bayrampaşa Cezaeviyle ilgili ilk davası yarın saat 10.00'da Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülecek.
19 Aralık 2000'de "Hayata Dönüş" adıyla F tipi hapishanelere geçmemek için ölüm orucu başlatan toplam 20 cezaevine yapılan eşzamanlı operasyonlardan biri de Bayrampaşa Cezaeviydi. biri de 12 siyasi hükümlü ve tutuklu yapılan operasyonda öldü.
Bilirkişi raporlarında Bayrampaşa Cezaevi C-1 koğuşunda beş kadının yanarak, birinin de gazdan zehirlendiği ortaya çıktı.

"Nazi kampları gibiydi"

Hayata dönüş operasyonları sonrasında Bayrampaşa Cezaevi'nde meydana gelen olaylarla ilgili tutuklu ve hükümlü 155 kişi hakkında isyan çıkartmak suçlamasıyla açılan davanın ilk duruşmasında, tanıklardan biri "19 Aralık günü Bayrampaşa Cezaevi C koğuşu 21. yüzyılın Nazi kampları gibiydi. Arkadaşlarımız diri diri yakıldı" demişti.
Davanın avukatlarından Oya Aslan, bianet'e Eyüp Savcılığının operasyon emri veren komutanları iddianamenin dışında bıraktığını söylemişti.
"İddianamede yalnızca 39 erin yargılanması isteniyor. Oysa Elazığ Özel Komando birliğinden gelen 332 kişinin listesi biliniyor. Ayrıca Ankara Özel Komando Birliği'ndeki komutan Burhan Ergin ve aynı birlikten jandarma başçavuşlar Süleyman Bölükbaşı, Hidayet Yorgancı, teğmen Mustafa Arı, uzman çavuşlar Latif Sarsu, Ramazan Yıldız,Mustafa Aksoy, Mustafa Katipoğlu da operasyonun müdahale ekibinde yer almışlardı.
Bu adlar iddianamede yer almıyor. "Mağdur sayısı 41'e düşmüş. Oysa olayın 55 mağduru var. Bilirkişi ve keşif raporları eksik..." 
Toplam 20 cezaevine eşzamanlı yapılan operasyonlarda toplam 28 tutuklu ve hükümlü, iki asker hayatını kaybetmişti. Savcı iddianamede 39 er için 12'şer kez ömür boyu hapis istiyor.(BT)

22 Kasım 2010 Pazartesi

Tarihe Altın Harflerle Yazılan Yaşayan Efsane ALEX

2999 Alex.........
3000 Alex............
3001 Alex................
3002 Alex..................

Alex De Souza...
Futbolumuza kattığın sonsuz asalet için teşekkürler büyük kaptan.
Tarih yazdın, tarihi yazdın...
Tarih de seni yazdı ve yazacak.
10 Numara, De Souzaaaaaa ALEX...
Muito obrigado grande capitão...