12 Mart 2010 Cuma

Elazığ Depremi ve Yeni-Sağ Tarihçilik

Ahmet Altan'ın bir ibret vesikası olan aşağıdaki satırları, entelektüel bir sefaleti ve edebi bir ucuzluğu simgelemesinin yanı sıra, kötü bir örnek de olsa, yeni-sağ tarih yazıcılığının da tipik bir özeti olması bakımından önem taşıyor.

"Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda Elazığ köylüleri nerede oturuyordu? Kerpiç evlerde. Birinci Meşrutiyet ilan edildiğinde nerede oturuyorlardı? Kerpiç evlerde. İkinci Meşrutiyet’te? Kerpiç evlerde. Saltanat kaldırıldığında? Kerpiç evlerde. Hilafet kaldırıldığında? Kerpiç evlerde. Cumhuriyet ilan edildiğinde? Kerpiç evlerde. Şapka devrimi yapıldığında? Kerpiç evlerde. 1960, 1971, 1980 darbeleri yapıldığında? Kerpiç evlerde. 28 Şubat darbesinde? Kerpiç evlerde. Şimdi nerede oturuyorlar? Kerpiç evlerde." (Ahmet Altan, Taraf gazetesi, 9 Mart 2010)

Yukarıdaki alıntı, bu ülkede gerici ve sağcı bir tarih anlayışının en pespaye örneklerinden biridir. Kökleri Tanzimat'a kadar giden "bin yıllık" muhafazakâr, gerici ve sağcı bir tarih anlayışıdır.

Türk modernleşmesini, aydınlanmasını ve devrimini taşıyamayacak kadar güçsüz olan, bu nedenle her ilerici hamlenin neredeyse daha başlangıcında geleneksel egemen sınıf ve zümrelerle uzlaşma arayan, dahası giderek kendi devrimine ihanet eden Türk burjuvazisinin tarih anlayışıdır.

İkisi dışında (1971 ve 1980 darbeleri) bu kronolojinin işaret ettiği bütün tarihsel dönemeçler, modernleşme sürecini ve bu bağlamda gerçekleştirilen bütün ilerici atılımları mimlemektedir.

Sadece bir örnek üzerinde durmak bile -ki en kritik tarihsel dönemeçlerden ve örneklerden biridir- yukarıdaki tarih kurgusunun çökmesi için yeterlidir:

"İkinci Meşrutiyet" kavramıyla bir parça önemi ve değerinin üstü örtülen 1908 Devrimi, İttihat Terakki hakkındaki bütün tarih ve bilim dışı "ideolojik" değerlendirmelere karşın, bu topraklarda burjuva anlamda ilk demokrasinin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Liberal meczuplar çok şaşıracak ama, bütün etnik ve dinsel topluluklara özgürlükleri tanınmış ve tümü kendi kimlikleriyle Meclis-i Mebusan'da temsil edilmiştir. Çok partili hayat zannedenildiği gibi 1946'da değil, 1908'de kurulmuş ve ilk serbest seçimler yapılmıştır. 1908 Birinci Meşrutiyet'in devamı, Cumhuriyet'in öncülüdür.

10 Mart 2010 Çarşamba

İki kadın: Ajda ve Rosa

Bir emekçi kadınlar gününü böyle heba etmek istemezdik; ancak meselenin sadece “kadın” değil, “emekçi kadın” olduğunu anlatmak için illa ki “üretme”ye mi bakmak lazım?




Mesele şu: Milliyet’in Cadde ekinde “Süperstar’ı ağlatan vahşet” başlığıyla yayımlanan habere göre, Ajda Pekkan’ın köpeği “Puik” geçen hafta zehirlenerek öldürülmüş. Üzüntüsünü dağıtmak için bir bara giden “Süperstar”ın göz pınarları, hüzünlü bir şarkının eski dostunu ona hatırlatması üzerine dolmuş. Milliyet’in kafası tuhaf çalışan muhabiri de üşenmemiş, Pekkan’ı aramış. Ajda Hanım, “Köpeğimi belediye zehirledi. Hayvanlara ülkemizde değer verilmiyor” demiş.

Yorum yapmadan önce diğer kadınımıza geçelim. 1917 yılının Breslau hapishanesinde, askerlerin bir mandayı dövmesi üzerine Sonja Liebknecht’e şunları yazmıştı Rosa Luxemburg, biraz uzunca:
“Soniçka, manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir, düşün artık, derisi yarılmıştı. Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin, hiç kıpırdamadan duruyorlardı ve biri, kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında ve yumuşacık kara gözlerinde ağlayan bir çocuk ifadesiyle önüne bakıyordu. Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış, üstelik nedenini niçinini anlayamamış, zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen bir çocuğun ifadesiydi. Hayvanın karşısında duruyordum, bana baktı. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı. İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında, benim bu sessiz ıstırap karşısında çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.

“Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş. Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi; ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları, çobanların şarkılı çağrıları. Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde; boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü, kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar, ve dayak, taze yaradan akan kan.....

Ah! Zavallı mandam! Benim zavallı canım kardeşim! İkimiz de burada öyle güçsüz, öyle hevessiz duruyoruz; ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”

Ajda’nın ağlak ve teşhirci sulugözlülüğüne karşı, Rosa’nın belki birazcık Raskolnikovcu duygusallığı daha “hayvansever” değil midir? Ajda Pekkan’ın kendi sınıfına ait bir acımayla “himayesine” aldığı minik Terrier, onun için bir süs nesnesinden farklı değildir. Barda çalan hüzünlü bir şarkı eşliğinde eski dostunu hatırlaması çok romantik görünse de, “Puik” Ajda Pekkan için dışsaldır, korumaya alınacak bir yoksul çocuktan ibarettir.

Rosa için ise, dayak yiyen manda yalnızca dayak yiyen bir manda değildir. O, “yorgunluktan bitmiştir”; yük taşımak için kullanılmaktadır ve büyük ihtimalle, daha fazla yük taşıyabilmesi için dövülmektedir. Luxemburg, açıkça yaşama hakkı elinden alınan manda ile kendisi arasında benzerlik kurmaktadır: Manda dışarıda işe koşulmak için işkence görürken, Rosa içeride işten alıkonmak için tecrit edilmiştir.

8 Mart’ın kerameti belki bir de burada aranmalıdır: Mesele kırbaç yemek veya öldürülmek değildir; mesele duyduğun acıyı başkalarınınkiyle (ve kendininkiyle) örtüştürebilmektir. Rosa bir “emekçi kadın”dır, yani kadındır, manda sevgisi onundur. Ajda Pekkan ise köpeğini dolaştırmaya çıkan alelade birisidir. Bunu yapmak için, kadın ya da erkek olmaya gerek yoktur.
Bir not da “Puik” ismi için. Ülkemizde Kaptan Swing adıyla bilinen çizgi romandaki karakterlerden biri olan Mister Blöf’ün köpeğinin adıydı “Puik”. Arkadaşı Gamlı Baykuş tarafından pek sevilmese de, Amerikan Bağımsızlık Savaşı döneminin, İngiliz emperyalizminin askerlerine kök söktüren köpeğiydi...