1 Ağustos 2009 Cumartesi

Kara Bulutlar Dağılacak Elbet !


Kitap şöyle biter : O günden sonra küçük kara balığı gören kimse olmamış...

O kitabın sonu aslında bir başka kitabın başlangıcıdır. Çünkü küçük kara balıklardan bir tanesi dereyi takip edip okyanusa ulaşmıştır.

Ülkemiz çok acılarla dolu bir yakın tarihe sahiptir. Aslında bu topraklar acının anavatanıdır. Binlerce yıl boyunca kan, gözyaşı ve ölüm bu toprakların olağan yaşantısı olmuştur. Bu coğrafyada çok ama çok fazla küçük kara balık kaybolmuştur. Ancak tüm kaybetme, yok etme, silme, asimile etme politikalarına rağmen bazı küçük kara balıklar okyanusa ulaşabilmiştir.

Ülkemiz kara bulutlar altında bir dönem daha geçirirken okyanusa ulaşan o küçük kara balıklar artık ortaya çıkmak ve bu bulutları dağıtmak zorundadırlar.

31 Temmuz 2009 Cuma

Kim suçlu?

Siyasal iktidarlar kendi "dokunulmazlıklarını" asla kaldırmazlar. Ama suçluyu cezalandırmak ve bu sayede halkı yeniden kandırmak için çeşitli yollar denerler. Ülkemizde yeni bir ceza yasası ve yaptırımlar listesi gündemde. Oysa kirlenmiştir bu düzen. Bu yenidünya düzeni, suçlular ve suçlar üretir. Asla ama asla suçu yok etmeye yönelik çalışma yapmazlar bu düzenin sahipleri daha doğrusu yapamazlar. Çünkü düzenin sahipleri yani iktidarlar asıl suçlu olanlardır. Hadım et, kolunu kes, kırbaçla, taşla, başını kes...
Ne oldu aynı suçlar artık işlenmiyor mu? İşlenmeyecek mi? Yoksa en sonunda herkes hadım olacak, herkes kolsuz mu kalacak? Mevcut kapitalist düzen ve siyasi yapılar suçu asla önleyemezler. Çünkü onlar suçtan ve suçludan beslenirler. Kan emmek onların varlık sebebidir. Gerçekçi olun ve şu an imkânsız gibi görüneni isteyin. Suçluları cezalandırmak elbette doğrudur ama bir yere kadar! Eğer işlenen suçu yok edemiyorsan o zaman sanık sandalyesine yasa koyucular, uygulayıcılar, yasayı koruyucu kolluk kuvvetleri ve iktidarlar çıkmalıdır. Asıl olan suçun kaynağını ne olursa olsun bulup yok etmektir. Ne kadar zehir koyarsan koy dünya pis, dünya kirli ve fareler hep varlar. Ayrıca o zehirler her zaman fareleri değil zehri koyanları da öldürüyor.

18 Milyar Dolar Nereden Çıktı?

Ülkeye girmeye başlayan şaibeli dövizin kaynağına ilişkin spekülasyonlar arttı. Son olarak İran'dan külçe külçe altın geldiği iddia edildi. Hükümet ve bürokrasi altınları yalanlarken, kayıt dışı döviz girişini açıklayamıyor.
28 Temmuz'da medyaya yansıyan bir haber,
Türkiye'ye kayıt dışı döviz girişi tartışmalarını yeniden alevlendirdi. İranlı işadamı İsmail Safarian'ı temsil ettiğini söyleyen avukat Şenol Özel, Safarian'ın ülkeye soktuğu 7,5 milyar dolar para ve 20 ton altının ortadan kaybolduğunu iddia etti. Özel, söz konusu para ve altınların Ankara`da havaalanı yakınlarındaki Gümrük Müfettişliği`ne ait bir depoda olduğunu sandıklarını belirtti.
Hükümet seçim öncesi ekonomik krizin şok etkisi yaratmasını engellemeye çalışmıştı. Bu doğrultuda, yurtdışından kayıt dışı döviz girişini teşvik etmek için Varlık Barışı uygulaması başlattı. İranlı işadamının bu uygulamadan hareketle soktuğu döviz ve altınların kontrolünden çıktığı iddia edilirken, Merkez Bankası ve Gümrük Müfettişliği suçlandı.
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, iddiayı yalanlayarak bu kadar parayı ve altını taşımak için en az beş TIR`ın olması gerektiğini vurguladı.
Gümrüklerden sorumlu Devlet Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada ise "İranlı bir iş adamı tarafından, varlık barışı çerçevesinde 7 Ekim 2008`de Türkiye`ye gönderilen 7,5 milyar dolar nakit para ve 20 ton altın cinsi eşyalara, Ankara Gümrük Muhafaza Başmüdürlüğünce el konulduğu ve Esenboğa civarında bir depoda bekletildiği iddiasının mesnetsiz ve gerçek dışı olduğu" bildirildi.
İddiaya ilişkin her iki kurumdan yapılan açıklamalarda, ülkeye yurtdışından külçelerle altın ve milyarlarca dolar paranın gelip gelmediği teknik olarak açıklanırken, kayıt dışı bir girişin olabileceğine açık kapı bırakılması dikkat çekti.
AKP hükümeti, Kasım 2008-Mart 2009 arasında Varlık Barışı uygulaması doğrultusunda yurtdışı varlıklarını Türkiye'ye herhangi bir sorguya gerek kalmaksızın getirilmesine imkan tanımıştı. Bu dönemden başlayarak Türkiye'ye ödemeler dengesi hesabında net hata noksan kaleminde görülen, 18 milyar dolarlık kaynağı açıklanmayan bir döviz girişi oldu.
"Merkez Bankası esrarengiz sermaye girişine ışık tutmalı"Medyada yer alan haberlerde, soL yazarı Korkut Boratav'ın konuyla ilgili yazılarına sıkça referans verildi.
Boratav,
26 Nisan 2009 tarihli yazısında "Burada önemli olan, 14.9 milyar dolarlık kayıt dışı sermaye girişinin, finansal piyasaların krize sürüklenmesini önlemiş olmasıdır. 1994 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi kayıt dışı sermaye hareketleri ‘çıkış’ doğrultusunda, hatta ‘sıfır’ olarak gerçekleşseydi, beş ay içinde finansal piyasalar en azından 14 küsur milyar dolarlık ek döviz talebiyle sarsılacaktı. Döviz fiyatlarındaki tırmanma, Türkiye’yi 2001-benzeri bir finansal krizin eşiğine sürükleyebilecekti. Bu kayıt dışı döviz girişi Türkiye’yi bir finansal krizden kurtarmış olabilir. Ödemeler dengesinin hesabı Merkez Bankası’ndan sorulur. O halde, bu yüksek ve esrarengiz sermaye girişine ışık tutmak da Merkez Bankası’nın görevidir" tespitini yapmış ve Merkez Bankası'nı açıklama yapmaya çağırmıştı.
Şaibeli döviz girişi gündemi sulandırılıyor Esrarengiz döviz girişinin, medyatik bir "gümrük vakası" ile açıklanması ise gündemi manipüle ederek
AKP hükümetini rahatlatıyor. Cari işlemler hesabındaki net hata ve noksan kaleminde görünen ölçülemeyen nakit girişlerinin toplamı 18 milyar doları ancak buluyor. Yani bunun tümünün bu tür bir vakadan kaynaklanması çok düşük bir ihtimal.
Aynı dönemde DTH hesaplarının da bozdurularak TL hesaplara dönüştürüldüğü gözlendi. Bu, yastık altı döviz ve altında da bozdurma eğilimi olduğuna işaret ediyor. Ayrıca şirketlerin yurt dışında uzun yıllardır kazandıkları ve Türkiye'de beyan etmedikleri nakit varlıkları, yurt içindeki durgunluk ve finansman krizi yüzünden borçlarını kapatmak amacıyla kayıt dışı yollardan (bavul vb.) ülkeye getirme eğilimi içinde oldukları da biliniyor. Nitekim, Eylül 2008 ile Mart 2009 arasında yerli şirketler ve kişilerin yurtdışındaki banka hesaplarında 7 milyar dolarlık bir azalma görüldü. Bu para büyük ihtimalle Türkiye'ye kayıt dışı yollarla sokuldu.
Bunun dışında AKP'nin imtiyaz sağladığı işadamlarına "yurt dışında paranız varsa getirin sermaye yapın, kaynağını sormayacağız" yollu telkinde bulunduğu ve bu sürecin son aftan çok daha önce başladığı konuşuluyor.
Rakamlar ne diyor?2008 yılı Haziran ayında eksi 8 milyar seviyesinde olan yıllık net hata noksan tutarı, bu yılın Nisan ayında artı 10 milyar dolar seviyesine yaklaşmış ve aradan geçen bu süre içinde yaklaşık 18 milyar dolarlık bir kayıt dışı girişe işaret etmişti. Merkez Bankası ise önceki gün yaptığı açıklamada, bu tutarın yaklaşık 4,4 milyar dolarlık kısmının yurtdışından Türkiye'ye getirilen mevduat olduğunu ve önümüzdeki aylarda bu tutarın net hata noksan kısmından sermaye hareketleri kısmına aktarılacağını açıkladı. Ayrıca kayıt dışı giriş rakamının en yüksek seviyeye döviz kurlarının en hareketli olduğu Ekim ayında çıkması, yastık altı döviz ve altın satışının tetiklendiği tezlerini doğrular nitelikte.
Bununla birlikte Mart ayında yapılan yerel seçim öncesinde ekonomide döviz kıtlığı yaratmak istemeyen AKP'nin çeşitli yöntemlerle para girişini teşvik etmeye çalıştığı biliniyor. Ancak tüm olan bitenin bu tür bir manipülasyonla ya da bir "gümrük vakası"yla açıklanma çabası, ekonomik mantık sınırlarının ötesine geçiyor.

30 Temmuz 2009 Perşembe

VOLVERAN


ABD'nin Küba sosyalizmini hedef alan terörüne karşı faaliyet gösteren ve 1998'den bu yana hukuksuz biçimde ABD cezaevlerinde tutulan Kübalı yurtseverler ülkelerine dönmeyi bekliyor. Küba'daki milyonlarca yurttaş da dönmelerini. Er ya da geç dönecekler... soL ABD’nin Küba’ya karşı ilk terörist saldırısı devrimin hemen ertesinde 1960 Martı’nda gerçekleştirildi. Küba sahiline demirlemiş olan La Coubre adlı silah yüklü bir Fransız gemisinin patlaması sonucu yüze yakın insan öldü, iki yüzden fazla kişi yaralandı.
1959’dan bu yana CIA, adaya karşı eylemler gerçekleştirmek için 300’den fazla örgüt kurdu, Fidel’e karşı 600’den fazla suikast girişiminde bulunuldu. Sadece 5 bin 780’i Kasım 1961-Ocak 1963 arasında gerçekleştirilen on binlerce terörist saldırı düzenlendi. Bugüne kadar Küba’ya karşı düzenlenen saldırılarda 3478 Kübalı yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı ve sakat kaldı.
Küba hükümeti bu saldırılara karşı koyabilmek için her zaman ABD’den bir adım önde olmaya çalıştı. Bu yüzden Küba’ya karşı düzenlenen bu saldırıların planlandığı yer olan Miami’de her zaman “Küba’nın gözü ve kulağı” oldu. Buradaki Küba karşıtı mafyanın eylemlerini öğrenmek, Küba halkını ve devrimi bu saldırılardan korumak için bu şarttı.
CNN’den Lucia Newman'ın sorularını yanıtlarken “Biz bütünlüklü ve azgın bir casusluğa maruz kalmaktayız” diyen Küba Devlet Başkanı Fidel Castro “Esas olarak, Birleşik Devletler’den elde etmeye çalıştığımız tek bilgi, Küba’ya karşı organize ve finanse edilen terörist eylemler ile ilgili olan bilgidir. En küçük bir şekilde Birleşik Devletler hakkındaki askeri bir bilgiyle ilgilenmiyoruz” diyordu.
Küba Beşlisi: Yakalanma1998 yılında Küba Devleti’nden Clinton’a terörizme karşı işbirliği konusunda yazılan bir mektubun ciddiye alınması sonucunda FBI ile Küba Gizli Servisi arasında bir bilgi alış verişi oldu. Küba, bu mektupta Miami'deki çetelerin faaliyetlerine ilişkin olarak edindiği bilgileri ABD ile paylaşmıştı. Bir ABD güvenlik heyeti 1998 Haziran’ında Havana'yı ziyaret etti.
Bu ziyaretten iki ay sonra 12 Eylül 1998’de, Miami'deki terörist grupları yargılaması gereken ABD, görevleri sadece bu terörist grupların faaliyetleri hakkında bilgi edinmek olan 5 Kübalı'yı tutukladı.
5 Kübalı yurtsever, ABD'ye karşı casusluk yapmakla suçlandılar.
Küba Beşlisi davası: Bir hukuksuzluk örneği Davanın Miami'de görülmesi mahkemenin ne yönde bir karar alacağını da en baştan belirliyordu. Savunmanın, davanın Miami'de tarafsız olarak görülmesinin imkansızlığı ve başka bir yerde görülmesi gerektiği yönündeki talebi ise reddedildi.
3 yıl süren dava sonunda ABD'ye karşı casusluk yapmakla suçlanan 5 Kübalı yurtsever çok ağır cezalara çarptırıldılar:
* Antonio Guerrero Rodríguez: Ömür boyu hapis + 10 yıl* Fernando Gonzalez Llort: 19 yıl hapis* Gerardo Hernandez Nordelo: 2 kez ömür boyu hapis + 15 yıl* Ramon Labañino Salazar: Ömür boyu hapis + 18 yıl* Rene Gonzalez Sehwerert: 15 yıl hapis
Tecrit, vize ve temyiz skandalları ve Birleşmiş Milletler müdahales(izliğ)iBeş Kübalı yurtsever, tutuklanmalarından sonraki ilk 17 ay boyunca tamamen tecritte tutuldu. Davanın başlamasına üç ay kala bir kez daha tecrit hücrelerine gönderildiler. Tecrit, avukatları ile birlikte temyiz üzerine çalıştıkları 2003 yılı başında da uygulandı.
Mahkumiyet kararından hemen önce, baskı oluşturmak için René Gonzalez’i ABD’de doğmuş olan 2 yaşındaki kızı Ivette’in velayetini yitirme olasılığı ile tehdit ettiler. Ona daha da fazla baskı uygulamak için karısı Olga Salanueva’yı tutukladılar ve vizesini iptal ettiler. ABD’nin aileler üzerinde kurduğu baskı René ile sınırlı kalmadı. ABD, Gerardo’nun eşi Adriana’ya 2000’den bu yana giriş vizesi vermedi. Bugün hâlâ görüşemiyorlar.
Verilen mahkumiyet kararlarını Miami dışında bir bölge için temyize götüren savunmanın bu başvurusu, 2005 Ağustos’unda, ABD’deki Atlanta Temyiz Mahkemesi’nin 3 yargıçtan oluşan bir heyetin 5 Kübalı yurtseverin mahkumiyet kararlarını geçersiz ilan etmesiyle sonuçlandı. Ancak hukuksuzlukta sınır tanımayan ABD yönetimi bu kararı temyiz etti. 2006 yılı Ağustos ayında ABD yönetiminin temyiz başvurusuna Atlanta Temyiz Mahkemesi’nin 12 yargıcından oluşan bir heyet tarafından olumlu yanıt verildi.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun Keyfi Tutuklamalar ile ilgili Çalışma Grubu da bu dava süresince temel hukuk kurallarının ihlal edildiğini ve 5 Kübalı yurtseverin tutukluluk durumunun kaldırılması gerektiğini ABD’ye bildirdi.
Ancak ABD, BM Çalışma Grubu’nun bu kararını tanımadığını açıkladı.
Bugün Beş Kübalı yurtsever, birbirinden 1400 km uzaklıktaki ayrı ayrı hapishanelerde aynı tecrit koşullarında tutsak. Ancak Küba halkı ve sosyalist Küba inatla “volveran” (dönecekler) demeye, Küba'nın dostları ise dünya çapında beş Kübalı'nın özgürlüklerine kavuşmaları için dayanışma eylemlerini yükseltmeye devam ediyorlar.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Karadeniz'de Yaşanan "DOĞAL AFET" Değil, CİNAYETTİR!

* Artvin Şavşat'ta 13 bentten 7'si yıkıldı. Sele kapılan 5 kişi öldü.
* Selde, Ordu Perşembe'de iki kişi, Sinop'ta bir kişi öldü.
* Zonguldak Çaycuma'da sel! Belde ekmeksiz, susuz ve elektriksiz kaldı.
* Bartın 11 yıl sonra yine sular altında...
* Giresun'un yüzde sekseni sular altında kaldı, binin üzerinde araç denize döküldü, bir kişi yaşamını yitirdi.
* Bolu'da Abant yolu göçtü.
* Üç günde selden ölenlerin sayısı 9'a yükseldi.

Karadeniz'de yaşanan "doğal afet" değil cinayettir ve bu cinayetin sorumlusu AKP'dir. Okullarda okutulan coğrafya derslerinde Karadeniz'in her dönem yağış alan bir bölge olduğu anlatılır. Bu sebepten Karadeniz'e aşırı yağış düşmesi şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan bu durumun bilinmesine rağmen yıllardır devlet tarafından hiçbir önlem alınmamasıdır.

Tam tersine, tüm iktidarlar gibi AKP iktidarı da halkın yaşayacağı can ve mal kayıplarını arttıracak Karadeniz sahil yolu gibi uygulamalara imza atmıştır.

Giresun'da 22 Temmuz'da meydana gelen sel afetinde bir kişinin hayatını kaybetmesi bu uygulamaların bir sonucudur. Üstelik Giresun halkı henüz yaralarını saramadan, henüz bir yardım alamadan göz göre göre ikinci bir sel yaşanmıştır. 27 Temmuz akşamı yaşanan afette yüzlerce ev ve işyeri sular altında kalmış, ilçelerle ulaşım kesilmiş, 12 saat aralıksız yağan yağmur sonucunda kentin bütün altyapı sistemi çökmüş; Giresun adeta sular içinde yüzen bir şehre dönüşmüştür.

Öyle ki selin afete dönüşmesinin sorumlularından olan Giresun Belediye Başkanı bile yaşanan durum karşısında acizliğini dile getirmek durumunda kalmış, selin bu kadar büyük zarar vermesinde Karadeniz sahil yolunun şehrin önünde set oluşturarak, yağışlarla gelen suyun tahliyesini engellemesinin de büyük payı olduğunu söyleyebilmiştir.

Rize, Ordu ve Kastamonu'da ev ve işyerleri sular altında kalan ve hiçbir yardım alamayan halk, kendi "kader"ine terk edilmiştir.

Artvin Şavşat'ta dere önlerine DSİ tarafından yaptırılan 13 bentten 7'si göçünce ilçe sular altında kalmış, biri çocuk beş kişi hayatını kaybetmiştir. Bentlerin yıkılma sebebinin ise müteahhidin hırsızlığı olduğu ortaya çıkmıştır.

Sel baskınlarının olduğu bölgelere heyet gönderen AKP ise halkı, bunun 500 yılda bir meydana gelen "felaket" olduğuna inandırmaya çalışıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan; "bentlerin sağlam olmadığından yıkıldığı" haberlerine kızarak "Hiçbir zaman idare, yürütme bu tür afetlerin karşısında olmazsa olmaz bir çare değildir. ‘Dünyada bunun yeri yoktur' diyemezsiniz. Herkes haddini bilecek. Doğal afetler karşısında yerini bileceksin" diyerek, sorumlulara tepki gösterenlere "haddini" bildirdi.

Yaşananlar, iktidarın yağma ve talan politikasının sonuçlarından başka bir şey değildir. IMF'nin tarımın tasfiyesine yönelik politikalarının ülkemizdeki uygulayıcısı olan ve bunun bir sonucu olarak, bu yıl köylünün fındığını almayacağını açıklayan AKP hükümeti, Karadeniz halkını şimdi de felaket nutuklarıyla uyutmaya çalışıyor.

Geçen haftalarda hükümetin açıkladığı yeni fındık stratejisiyle açlığa sürüklenen Karadeniz halkının fındığı, bir kez de yaşanan sel baskınlarıyla zarar gördü.

Görülüyor ki, yaşanan sel baskınları bir doğal afet değildir. İktidar tarafından göz göre göre cinayet işlenmiştir. Bentlerin göçme nedeni müteahhitlerin deniz kumu kullanması, demirden, çimentodan çalmış olması, yanlış proje hesabı olabilir. Göçme nedeni ne olursa olsun asıl neden sistemin kendisidir. Bir bent, nasıl oluyor da, bu kadar çürük yapılabiliyor? Nasıl oluyor da bunlar denetlenemiyor? Nasıl oluyor da halkın can güvenliği bu kadar alçakça ve namussuzca hiçe sayılabiliyor? Bu soruların cevabını halka değer vermeyen, tek değeri çalıp çırpma olan, tek değeri para olan düzenin kendisinde aramak gerekiyor.

Şimdi soruyoruz bir kez daha: Şavşat'ta, Ordu'da, Giresun'da ölenlerin, halkı mağdur etmenin sorumlusu kimdir?

Yaşadığımız bir felaket değildir! Sorumlu, ne yağmur ne seldir. Sellere karşı önlem almayan, üç günde yıkılan bentleri yapan yağma ve talan düzenidir.

YAŞADIĞIMIZ FELAKET DEĞİL CİNAYETTİR!

28 Temmuz 2009 Salı

Türkiye'de Olunca Normal Geliyor !

30 yıl sonra anlaşılan gerçek
ODTÜ'nün giriş kapısında 30 yıl önce öldürülen Ertuğrul Karakaya'nın ailesi, ilginç bir tesadüf sonucu oğullarının katil zanlısının yıllar önce yargılanıp beraat ettiğini öğrendi. Karakaya ailesinin avukatı zaman aşımına uğrayan davayı, "Karar bize tebliğ edilmediği için temyiz hakkımız var" diyerek 28 yıl sonra dün temyize götürdü. Ancak dava dosyası yıllar önce imha edildiği için dava çıkmaza girdi.


8 Haziran 1977Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) kapısının kana boyandığı gündü 8 Haziran 1977. Hasan Tan'ın rektörlüğüne itiraz eden öğrenciler, istifa istemi ile boykottaydı. Jandarma, kapıda arama yapıyordu. ODTÜ öğrenci temsilcisi Ertuğrul Karakaya, üzerinin aranmasını beklemeden kapıdan içeri girdi ve koşmaya başladı. Silahlar patladı. Karakaya, kanlar içerinde yerde yatıyordu.Otopsi raporuna göre, Karakaya'nın sırtında bir adet G3 kurşunu ve süngü yarası tespit edildi. Ertuğrul Karakaya'nın ailesi, 30 yıl boyunca "Çocuğumuzun katili bulunsun" dedi. Ancak sonuç yoktu.
Mezarında anmaHer yıl olduğu gibi 2005 yılında da anne Ayşe Karakaya (73), oğlunun ölüm yıldönümünde mezarı başındaydı. Anmaya Ertuğrul Karakaya'nın 19 arkadaşı da gelmişti. 28 yıl boyunca gizlenen davanın ortaya çıkış süreci de burada başladı. Salihli Savcısı, toplantıya katılanlar hakkında, "suç ve suçluyu övdükleri" iddiasıyla 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı. Avukatlar mahkemeden, ölen Karakaya'nın suçunun ne olduğunu ve sanıkların hangi suçu övdüklerini sordu. Karakaya'yı suçlu kılacak herhangi bir dosya bulunamadı. Ancak Ankara Cumhuriyet Savcılığı, mahkemeye Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen iki sayfalık bir karar metninin nüshasını gönderdi. Kararda mahkeme heyetinin Ertuğrul Karakaya'nın katili olduğu iddiasıyla jandarma eri Osman Özdemir'i 1977 yılında yargılamaya başladığı, 1979'da da "vazife gereği" diyerek Özdemir'in "temyiz yolu açık olmak üzere" beraatine karar verdiği belirtiliyordu. Karar, Karakaya'nın ailesini şoke etti. Çünkü aile, ne oğullarını öldüren kişinin bulunduğunu ne de onun yargılanarak beraat ettiğini biliyordu. Bunun üzerine mahkeme, dosyanın tamamını istedi. Ancak 28 yıl önce verilen kararın dosyası, karardan 10 yıl sonra SEKA'ya gönderilmiş ve imha edilmişti.
'Dava resmen gizlendi'
Ağabey Erol Karakaya'nın avukatı Ömer Kavili, jandarma erinin yargılandığı davanın kararını 28 yıl sonra dün temyiz etti ve yeniden yargılama yapılmasını istedi. Çünkü yasa gereği, iki tarafa tebliğ edilmeyen karar, kesinleşmiş sayılmıyor ve dava kesinleşmediği için tarafların temyize gitme süresi işliyordu. Kavili, dosyanın imha edildiğini vurgulayarak, "Karakaya ailesi için dava henüz başlamıştır ama dosya ortada olmadığı için bir hukuk skandalı yaşanıyor. Taraflar olmadan, kendi başlarına yargılamışlar, beraat ettirmişler. Dava resmen gizlenmiştir" dedi.

daha fazlası ve devamı

26 Temmuz 2009 Pazar

Küba Devrimi 50 Yaşında


Küba'da Fidel Castro ve Che Guevera öncülüğündeki devrimcilerin, Batista rejimini yıkarak yeni bir dönem başlatmasının üzerinden 50 yıl geçti.


Ocak 1959 Fidel Havanaya Giriyor
Che ve Fidel

Fidel Castro



Sosyalizmin asla teslim olmayacağının ispatıdır Küba Devrimi. Fidel ve arkadaşlarını selamlıyor ve onurlu davalarında gönülden desteğimizi bir kere daha sunuyoruz.
Yaşasın Sosyalist Küba.
Yaşasın Devrim.