24 Kasım 2010 Çarşamba

Bayrampaşa katliamında gerçeğe dönüş!

ZEYNEP KURAY/BİRGÜN

19 Aralık 2000’de ‘Hayata dönüş’ operasyonu adı altında Bayrampaşa cezaevinde yapılan katliamla ilgili mağdurların açtığı davanın ilk duruşması Bakırköy 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Bu davaya sahip çıkılması, katliamla ilgili gerçeklerin ve gizlenen sorumluların ortaya çıkarılması için bir fırsat olabilir.

19 Aralık 2000... Saat sabahın 05.00... İstanbul Bayrampaşa cezaevinde siyasi tutukluların bulunduğu C bloğu ardı arkası kesilmeyen kurşun sesleriyle uyandı.Daha önce hiç denenmemiş kimyasal silahların ve bombaların hukuken canları devlet güvence altında olan tutuklular üzerinde kullanıldığı ve 6'sı kadın 12 tutuklunun ölümü, onlarcasının yaralanmasına ve 55'inin sakat kalmasıyla sonuçlanan 'Hayata Dönüş' katliamı böyle başladı. Tam 14 saat süren bu operasyon ayrıca üç içinde Türkiye'nin 20 ayrı cezaevinde gerçekleştirilecek diğer saldırıların habercisiydi. İnsanlıkla alay eder gibi ‘Hayata Dönüş’ adı verilen operasyonlarda 28 kişi hayatını kaybetti, 600'den fazlası sakat kaldı. Avukatların tam 10 yıldır süren uğraşlarının ardından Bayrampaşa katliamı hakkında açılması kabul edilen davanın bugün yapılacak ilk duruşması öncesinde, 14 saat süren vahşeti an be an yaşayıp, yoldaşları kucağında ölen DHKP-C davasından 12 yıl hapis yatmış Süleyman Acar’la katliamı ve direnişi konuştuk.

‘GELİYORUM’ DİYEN OPERASYON
F tipi cezaevlerinin açılmasının gündeme geldiği dönemde Bayrampaşa cezaevinde diğer siyasi tutuklularla beraber hazırlanan bu tecrit politikasına karşı neler yapılabileceğini aylarca tartıştıklarını belirten 50 yaşındaki Süleyman Acar, ''Tartışmaların odağında direnip direnmemek vardı. Elbette ki biz tercihimizi direnmekten yana yaptık çünkü, burada esas amaçlanan halkın tüm kesimlerine, muhalif güçlere, devrimcilere yönelik bir yok etme saldırısıydı'' dedi. 20 Ekim tarihinden itibaren, F tipi uygulamalarının önünü kesmek için bedenlerin açlığa yatırıldığını ve sonra direnişin ölüm orucuyla devam ettiğini anlatan Acar, ''Gerek dışarıdaki gelişmeler gerekse 1996 ölüm orucunda püskürtülen hücre saldırısı, devletin yeni bir saldırı hazırlıkları içinde olduklarını görmemiz için yeterliydi. Fakat dönemin iktidarı yaptığı açıklamalarda kamuoyunu yanıltıcı demagojik sözlerle oyalamaktaydı. Medya ise her katliam öncesi olduğu gibi, tüm gücüyle destek verdi'' diye konuştu.

 'BİZ UYARDIK AYDINLAR İNANMADI!'
O dönemde Adalet Bakanlığı ve tutsakların temsilcileri arasında 'Uzlaşma' sağlamak üzere birçok aydın ve milletvekillin girişimlerde bulunduğunu hatırlatan Acar, ''Hükümet yetkilileri F tipi cezaevlerinin hazır olmadığını, uzlaşma yollarının bulunduğu açıklayan demeçler veriyordu. Aydınlar da buna inanmış görünüyorlardı. Oysa tutsak temsilcileri, her görüşmede bu demeçlerin devletin bir oyalama taktiği olduğunu, hücre ve tecrit hapishanelerin yapılıp bittiğini aydınlara anlatıyorlardı ama aydınlar bize inanmadı'' diye konuştu.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in ABD'ye gitmeden önce, ''IMF politikalarını hayata geçirmek için, önce hapishaneleri denetim altına almamız gerek' dediğini vurgulayan Acar, “Aslında yaklaşan katliamın tüm ipuçları ortadaydı. Ama kimse bunun farkında değildi. Oysa operasyondan bir gün önce, 18 Aralık'ta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, ‘Yarın başka bir gün olacak' demişti”diye anlatı.

'YARIN' GERÇEKTEN BAŞKA BİR GÜN OLDU!

Her ihtimale karşı ölüm oruççularını korumak üzere koğuşlarda nöbet tutuklarını ve 19 Aralık günü kendisinin de nöbetçiler arasında olduğunu anlatan Acar,''Saat 05.00 sıralarında malta denilen siyasi koğuşların açıldığı koridorun ziyaretçi ve avukat görüşleri yapılan bölümünden hiç bir uyarı yapılmadan aniden ateş açıldı. Yoğun yaylım ateş sonucunda Malta'da dolaşan 3-4 arkadaşımız çeşitli yerlerinden yaralandı. Biz de bu silah seslerini duyar duymaz, uykuda olan arkadaşlarımızı kaldırdık. Zaten aynı anda çatı mazgallarından da kar maskeli özel timlerin koğuşların içini taramaya başladılar. Herkes üzerini giyinerek yemekhanenin bulunduğu alt katta indi’’ dedi.

 Saldırının esas olarak DHKP-C’li kadın tutukluların kaldığı C1 ve erkek tutukluların kaldığı 13-14-15-16’inci koğuşları hedef aldığına dikkat çeken Acar olayların devamını şöyle anlattı, ’’Malta’ya adlı tutukluların bulunduğu bölümden kimyasal gaz bombalar atılmaya başladı. Devletin iddiaların aksine, bizde ne cephane, ne silah, ne de bomba vardı. Sadece yemek yediğimiz masalarla barikat kurarak ve gazların etkisini azaltmak için, yüzümüze ıslak havlu sararak kendimizi korumaya çalıştık. O anda devletin sözde hayatını kurtarmaya geldiği ölüm orucu direnişçilerini kurşunlardan ve bombalardan korumak için 14’üncü koğuşun merdiven altına taşıdık. Bu arada bazı arkadaşlarımızın beslediği güvercinlerin de  kafeslerini açıp serbest bıraktık.’’

KATLİAMI DURDURMAK İÇİN ATEŞE VERİLEN BEDENLER

Basına ve kamuoyuna önceden “Saldırı olursa kendimizi yakarız’’ açıklamasını yapan Fırat Tavuk’un 14’üncü koğuştan çıkarak kadınların bulunduğu yöne yürümeye başladığını anlatan Acar, “Fırat 5’inci koğuşun barikatının önünde durdu ve bedenini ateşe vererek operasyonun durdurulmasını istedi. Ateşler içindeyken bir eliyle zafer işareti yapıyor, diğer bir yandan ‘Kahramanlar ölmez,halk yenilmez’ diye slogan atıyordu. Özel timlerin açtığı ateş sonucu bedeni cansız yere düşünceye kadar ağzından bir ah bile çıkmadı. Artık Malta dumanlar, kurşunlardan ve tazyikli sudan geçilmez haldeydi. O yüzden, 15 ve 16’ıncı koğuşların merdiven altına çekildik. En az 100 kişiydik; hepimiz merdiven altına sığmadığımız için, kapı mazgallarından sürekli açılan ateş sonucu açıkta kalan bir çok arkadaşımız yaralandı. Fırat’tan sonra, 14’üncü koğuştaki ölüm orucu direnişçisi Aşur Korkmaz arkadaşımız bedenini tutuşturarak, ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’ diye bağırarak havalandırmaya çıktı ve o da kurşunlara hedef olarak öldü’’ dedi.

ÖLÜME İNAT HALAY

Direnişi daha da büyütmek için, yaralılarla birlikte topluca havalandırmaya çıktıklarını anlatan Acar, sözlerini şöyle sürdürdü, “Mitralyöz marşını söyleyerek halay çekmeye başladık. Çatılarda ateş eden özel timler, bir an durdular. Yaralı arkadaşlarımız halayın tam ortasındaydı, ölüm orucundaki iki arkadaşımız ise, ortada zeybek oynuyordu. Özel timler şaşkına dönmüştü. Bir süre sonra, üzerinde ‘Canlı bulunan yerde kullanılmaz’ yazan kusturucu ve göz yaşartıcı bombaları fırlattılar. Tekrar 15 ve 16’ıncı koğuşların merdiven altına geri döndük. Bu esnada, arkadaşımız Murat Ördekçi katledildi, birçok arkadaşımız da kurşunlarla yaralandı. Merdiven altında çekildiğimizde, ateş devam ediyordu. Ayağından yaralı olan 1996 ölüm orucu direnişçisi Mustafa Yılmaz bedenini merdiven altındaki ölüm oruççularına siper ederek onları korumaya çalışıyordu. Aldığı kurşun yaralarından o da cansız yere düşerken, ölüm orucu direnişçisi Ali Ateş de orada katledildi.’’

BİR CEHENNEMDEN DİĞERİNE
Ölülerini ve yaralılarını alarak 15 ve 16’ıncı koğuşun havalandırmasına çıktıklarını belirten Acar, “Özel timler bize ‘teslim olun’ diye bağırıyordu, biz kabul etmedik, ölülerimizi ve yaralılarımızı almalarını söyledik. Havalandırmada kepçeyle açılan delikten ölülerimizi ve yaralılarımızı çıkarttıktan sonra biz de çıktık. Timlerin oluşturduğu koridordan geçerken, coplarla, tekmelerle, yumruklarla üzerimize saldırdılar. Yere yatırıp elbiselerimizi yırtarak ellerimizi arkadan kelepçelediler. Kelepçeleri öyle sıkmışlardı ki, birkaç metre ötedeki ring araçlarına gidene kadar ellerimize kan oturmuştu. Kadın yoldaşlarımızı bir an gördüm. Yanık yaraları içindeydiler, üzerleri sırılsıklamdı. Ring arabasına bizi darp ederek üst üste istiflediler. Saatlerce bu şekilde yol aldık. Sonradan Edirne F tipi olduğunu öğrendiğimiz cezaevine geldik. Burada girişte zorla üzerimizi soyarak saçlarımızı kestiler ve art arda hakaretler savurarak darp ettiler” diye anlattı.

SÖZDE OLMAYAN F TİPLERİNE MERHABA

Edirne F tipi cezaevinde 1 ve 3 kişilik hücreler bulunduğunu aktaran Acar F tiplerindeki koşulları şöyle anlattı: "Ben 3 kişilik hücreye atıldım. Yerdeki kum ve çimento izlerinden iddiaların aksine devletin F tipi cezaevlerini yeni tamamlamış olduğunu anladım. Hükümetin 5 yıldızlı otel diye nitelendirdiği yerlerde zulmün ve ezanın her türlüsünü daha ilk günden başladı. Hepimiz ölüm orucuna başladık. Sabahlara kadar tuvalet sifonlarını çekerek, kapıların mazgallarını vurarak sürekli bizi taciz ediyorlardı. Ölüm orucunda olduğumuzu bilmelerine rağmen, yemekleri getirip mazgalların içersinden atıyorlardı. 12 Eylül dönemi hapishanelerine rahmet okutan işkencelere maruz kaldık. Hücreler soğuk olması yanı sıra aylarca sıcak su vermediler. Musluklardan çamurlu su akıyordu bizde bu suyu içmek zorunda kalıyorduk. Revire çıkmak istediğimizde reddediliyor, revire çıkan arkadaşlarımız saldırıya uğruyordu. Sabah akşam sayımlarında hücreye başta müdür olmak üzere, 15-20 gardiyan giriyor 3 kişilik hizaya sokmaya çalışıyorlardı. Hizaya girmeyince dayak atıyorlardı. Diğer hücrelerde bu yüzden kafaları duvarlara vurulan çok arkadaşımız olmuştu. Asker ve gardiyanlar aramaları bahane ederek sürekli saldırıyorlardı. Havalandırma kapılarını açmıyorlardı. Aile ve avukatlarımızla görüşmemizi engelleniyor, mektup, gazete, televizyon gibi iletişim hakkımız verilmiyordu.”

İDDİANAMEDEKİ YALANLAR

Mağdur olmalarına rağmen, katliamı yapanların değil kendileri hakkında dava açıldığını hatırlatan Acar, bu davanın 2008’de zaman aşımına uğradığını belirtti. Haklarında hazırlanan iddianamenin tamamının yalan olduğunu vurgulayan Acar, mahkeme süreci hakkında şunları söyledi: “Devletin ölüm orucundakileri kurtarmak için operasyonu gerçekleştirdiği tamamen yalandır. Gerçek şu ki 19 Aralık’ta operasyon için geldiklerinde hapishanelerde henüz ölen bir ölüm oruççusu yoktu. Sayım vermediğimiz ve arama yapılamadığı sözleri yalandır. Çünkü 12 Aralık’ta arama yapıldığı dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici bizzat imzalamıştı. İçerde kalaşnikof ve silah olduğunu iddia eden dönemin Adalet Bakanı Sami Türk’tü. Oysa sonradan hapishanede yapılan adlı tıp incelemelerinde içerden dışarıya değil, dışarıdan içeriye ateş açıldığı ve delilerin karartıldığı adlı tıp raporlarında ortaya çıktı. Operasyonlarda kullanılan silahların ve bombaların ilk kez kullanıldığını ve uranyum içermesi ve canlıların olduğu yerde kullanılamayacağına adlı tıp raporlarıyla açıklanmıştır. Operasyon sırasında Bayrampaşa cezaevinden sorumlu Yüzbaşı Zeki Bingöl’ün yazdığı ‘Bayrampaşa gerçeği’ adlı kitapta operasyon için bir yıldır hazırlık yapıldığı söylenmektedir. Aynı kitapta Adalet Bakanının, ‘Zayiat beklediğimden az oldu. Yüzün üzerinde bekliyorduk’ demiş ve benzer sözleri Sadettin Tantan da söylemiştir.’’

ÖZEL TİMLER ELAZIĞ’DAN GETİRİLDİ

Katliamda kontrgerilla hukukunun işlediğini belirten Acar, “39 ere dava açıldı ancak, gerçek sorumlular iddia makamı tarafından gizlenmektedir. Oysa gizli saklı bir şey yoktur çokça söylendiği gibi, operasyon AB Kopenhag kriterlerine değil, Ankara’nın kontrgerilla kriterlerine uymaktadır” dedi. Bu operasyon için, Ankara’dan özel bir birlik hazırlandığını, Elazığ ve bölgedeki çeşitli illerden getirilen özel timlerin katıldığına dikkat çeken Acar, bu operasyonun Kıbrıs harekatından sonra en kapsamlı askeri kuvvetlerin bu operasyon için seferber edildiğini belirti.

BU DAVAYA SAHİP ÇIKMAK İNSANLIK GÖREVİDİR
19 Aralık’ın F tipi hapishanelerde devam ettiğini vurgulayan Acar, AKP iktidarı döneminde hapishanelerde 1.650 kişinin öldüğünü, sadece 2010 yılının ilk 8 ayında ölü sayısının 306’yı bulduğuna dikkat çekti. Bu davaya sahip çıkmanın hapishanelerdeki ölümlere dur demek olduğunu hatırlatan Acar, ’’Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede, adaletin sadece sözde kalacağını, her şeyin göstermek olduğunu biliyoruz. Ancak 10 yıl sonra açılabilen bu davaya sahip çıkılması 19 Aralık 2000 tarihinde katledilenlerin unutulmaması olduğu kadar, evlatları yanarak ölmüş annelerin adalet talebinin gündeme taşınmasını da sağlayacaktır’’ diye konuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder